Mutlu Bir Prens Neden Ağlatır?
Bir kitapçıdasınız ve kitaplara göz atıyorsunuz. Şimdi sizi “o” kitapla karşılaştığınız büyülü ana götürmek istiyorum. Onu gördünüz, elinize aldınız. Gözleriniz ilk olarak kapağıyla buluştu, kapağı sizden tam not aldı ve içindekilere bakmak istediniz. Tam da aradığınız gibi bir içerik, zevkten dört köşesiniz. Eve gittiniz, okumaya başladınız hevesle. Kelimeler gözlerinize, oradan da kalbinize ulaştı. Yazarla okuyucu arasındaki bu duygu sarmalında yazarla da bir bağlantı kurdunuz. Artık yazarla iletişim halindesiniz, onunla konuşuyorsunuz, düşünceleriniz onunkiyle birlikte havada süzülen kuş misali bir akış halinde. Geçmişte asılı kalsa da şimdi okunduğu için aslında bir kitap hem geçmiş hem şu an hem de geleceği ifade eder. Siz de okur olarak hem yazarla bağlantı kurarsınız hem de anlar yani zamanlar arasındaki köprüyü temsil edersiniz. Öyleyse Foucault’nun şu sorusu tam da burada yerinde olabilir: “Gözümüzün önündeki bu görünmezliği görmekten nasıl kaçınabiliriz?” (Foucault, 2001: 28) Bu nasıl bir görünmezliktir ya da bize görünmeyen nedir? Tam da bu tüm zamanlar arasındaki köprü oluşturan mevcudiyetimiz ya da yazarın düşüncelerini oradaki bizatihi yazarın varlığını unutarak okuyuşumuz olabilir mi bize görünmeyen? Öyleyse, esas olan görünmezliği görmek midir yoksa onu görmemek midir? Bu noktada bir kitapta bizi büyüleyen temel öğenin ne olduğu da önem kazanıyor gibi. Bizi büyüleyip etkisi altına alan her ne ise ondan kaçınmamız tam anlamıyla bir büyü bozumu olmaz mı? Hatta işi daha da ileriye götürelim. Görünmeyenin büyüsünü daha da mistik bir hale büründürüp metin-yazar-okur üçgeninden hiçbir çıkış noktası bulamamanın daha da zevk veren bir tarafı yok mudur?
İşte ben de herhangi bir şey ile ne gibi bir temsil ilişkisi kurmuş olabilirim diye düşünüyordum bir süredir. Hafızamdaki fotoğrafları karıştırırken bir de baktım ki anlatmak istediğim şey aslında orada bir yerde duruyormuş. Bir şeyi hatırlamak yetmiyor tabii, onu anlatabilmek de gerek. Sonra dedim ki kendi kendime “bir başla sen, devamı gelir”. Aslında belki birçoğumuzun sahip olduğu kültürel mirasla da bağlantılı olarak bizlere salık verilen temel bir düşünce geldi aklıma: Eşyalara bağlanmayın; onları mezara götürmeyeceksiniz. Götürmeyeceğiz belki ama tutkularımız var, bizi biz kılan ve bu dünyaya bağlayan bazı dünyevi nesnelere karşı bizi çeken tutkular bunlar. Bu kimi zaman bir şeye karşı duyulan sevgiyle doğrudan bağlantılı olabiliyor. Şimdi sizleri geçmişe götürmek istiyorum. Sene 1998, belki 7 belki 8 yaşlarındayım. Ailemle birlikte İstanbul’daki o zaman için büyük bir alışveriş merkezindeyiz, market kısmından alacaklarımızı almışız ve en son kitapçıya girmişiz. Fotoğrafın esas hikâyesi burada başlıyor: Kitapçıda bir kitabı gözüme kestirdim, “Mutlu Prens”. Oscar Wilde’ın yazdığı bir kitap.

Neden özellikle onu seçtiğimi bilmiyorum, kimsenin tavsiyesi üzerine olmadığı kesin. İhtiyaç salt ihtiyacın temsili ise, belki o da bir ihtiyaçtı (Foucault, 2001: 299). Kitaplara dokunmayı, elime alıp sayfalarını çevirmeyi, onları koklamayı daha o zamanlarda bile seviyordum. İşte Mutlu Prens de böyle bir arzunun nesnesi olarak benim olmalıydı, umutsuzca istiyordum onu. Fakat babam almak istemiyordu, fuzuli mi görmüştü yoksa bütçesi mi yeterli değildi bilmiyorum ama o zamanki çocuk hâlimle aslında ısrarcı ve inatçı bir mizaca sahip olmamama karşın, o kitabı elde etme arzusuyla yanıp tutuştuğumdan olsa gerek ağlamaya başlamıştım. Ağlayınca kitabı almıştı, belki de bu hayatta ağlamama sebep olan tek “nesne” ya da “şey” o kitap olmuştu. Bir kitap. O kitap elbette hâlâ kitaplığımda durur ve ona baktıkça ağlamaklı yüzüm gelir aklıma ve kendimi geçmişteki o anda sabitler kalırım bir süre. Çözmeye çalışırım o duygu durumunu. Velhasıl anı yolculuğumu tamamlayıp o günlerden bugünlere geldiğimde, söylemsel gerçekliğin bireysel gerçekliğime dönüşümünü tamamlayarak, hâlihazırda kitaplarla iç içe olan yaşantımı belki de bir kitap için ağladığım o güne de borçlu olduğumu söylememin çok da yanlış olmayacağı kanaatindeyim. Belki biraz mübalağa ediyorum ama iki olay arasında bir ilişki olduğu da gerçek. Bu yaşantımın Mutlu Prens’in bütün mücevherlerinden vazgeçerek yoksulları mutlu etmesi fakat bunun kendi yok oluşuna sebebiyet vermesi gibi sona ermemesi dileğiyle…

Foucault, M. (2001). Kelimeler ve Şeyler: İnsan Bilimlerinin Bir Arkeolojisi, çev. M. A. Kılıçbay, Ankara: İmge.