O Ev, O Ağaç
Ağaca bel bağlamış bir yaşam. Sırtını hayatın o akışına yaslamış, suyun topraktan süzülerek ağacın köküne, oradan ağacın damarlarına ve dallarına, oradan da geçerek, yapraklara dönüşünü duyumsamış bir yaşam. Suyun ayak sesi vardır elbette. Rüzgârın gücüyle, dalından kopunca yaprak, süzüle süzüle gökyüzünden, düşer toprağın üstüne ve yine savrulur toprağın yüzünde özgürce, duyarsın. Yaprağın dizleri kanar elbette.
Çocukluğum, buna benzer bir ev içinde geçti. Taş duvar ile dizili, toprak sıva ile bezeli, iki göz, bir salon, bir serin ve kocaman dam mutfak içinde. Evimizin önünde; çeperlerle örülü, keçilerimizi ve kuzularımızı konakladığımız bir yer vardı. Bu yerin tam ortasında bir söğüt ağacı yükselirdi. Yaramaz kuzular, tırmanırdı bu ağaca. Keçiler, bu ağaca yaslanır yatarlardı. Bunu duyumsardım, halâ duyumsarım.
Bir küçük tatlı dere suyu geçerdi bu ağacından önünden. Ağaç, ihtiyacı olanı, zarafetle süzerdi içine. Onun yaşamı buna bağlıydı. Kuzular, bu suda yaramazlık yaparlardı. Haklarıydı elbette. Su, kar suları ile büyürdü bazen. Duyumsardım. Çitler, gül gibi kokardı.
Çocukken öğlen uykularına dalardım. Sıcağın hafifliğinde, sinek vızıltıları içinde. O sinek sesleri, halen bu uykuyu duyumsatır bana. Uyku geçişi, bir masal gibidir. Narin bir edası vardır. O masalı kuzuların sesleri anlatırdı, dalardım. Şimdi hala, bu sesleri duyarım. O ev, o ağaç, o su, o çitler yeniden kurulur kalbimde.
